Kırmızı dosya konulu mayıs ayına şiirle merhaba dedik. Bu ay Buzdokuz dergisinin Genel Yayın yönetmeni sevgili Hayriye Ünal’ı ağırladık. Şiiri, Buzdokuz’u konuştuk. Söyleşimizde şairin sistemlerce ele geçirilemeyen kişi olduğunu düşündüğünü söyledi bu yorumu beni her şiir kitabı olan biyografisinde yazdığı gibi gerçekten şair midir düşüncesine itti. Bir de iyi bir şiir okuyucusu olmanın yolunu sordum şiir okuma yolculuğumuza katkısı olacağını düşünüyorum. Buyurun sohbete…
· Derginin adıyla başlamak istiyorum. Derginin adını koyma süreciniz, Buzdokuz’un hayat bulması nasıl oldu.
Çok isim adayımız vardı. Ekip ile üç ay boyunca isim konuştuk. O konuşmalardan bir yazı çıktı, ilk sayımızda girişe koyduk onu. Buzdokuz kelimesi, Kurt Vonnegut’ın Kedi Beşiği romanında geçen, dünyanın sonunu getiren madde Ice Nine’ın Türkçesidir. Birçok isim seçeneğimiz arasından seçildi. Ben özellikle uluslararası yazım şeklini önemsedim ve Türkçe karakter içermeyişi sebebiyle ama Türkçe olmasına dikkat ettiğim bir isim tercih ettim. Ekibimizin tamamının oybirliği ile kararlaştırıldı Buzdokuz adı.
Dergide şiirden başka teorik bakışın ve eleştirinin de önemli bir yeri olmasını istedik. Teorisiz ve eleştirisiz bir dergi, seçki olmaktan öteye gidemez. Ekibimizle birlikte bir masa kurar gibi bacakları oluşturan kavramları tek tek teorik dosyalarda işledik: Dosyalarımız şiirimizi doğuran gerekçelerden başlıcaları olan kimliklerimizi, reflekslerimizi, jestlerimizi açıklıyor: Çıkarsızlık, Mit, Montaj, Eskatoloji, Azınlık, Hız, Orijinal, Antroposen, Kriz…
· Derginin tanıtımında, “Şiir, gerçekten şiirse, bu dünyadan kopar. Gelip geçici de olsa bu kopuşa özgürlük diyoruz” şeklinde bir şiir tanımı var. Bu tanım üzerine sizin şiir tanımınız nedir?
Benim ilk sayımızdaki yazımın başlığı “Özgür Kuşun Eti”dir. Her kuşun eti yenmez sözündeki “yenmeme şartı”nı özgürlük olarak düşünmüştüm. Şair sistemlerce ele geçirilemeyen kişidir benim görüşüme göre. Herkes yakalanabilir ancak şiir ile güçlendirilmiş bir akıl onlarca patikayı hayal edebilir, kendine yol açabilir. Dünya ve içindeki vaatlere karşı şiirsel aklın özel bir direnci var. Bu yorumum görünüşte şiiri kayıran ve ekstra anlam yükleyen bir yorum sanılabilir ama bu yorum bir safsata değil, gerçeklere dayalıdır. Her gün bir dergici olarak da sınadığım gerçeklere. Düşünsel parsellere ayrılmış kültür dünyasında şairin yeri son derece dar, çünkü ondan, üretiminden hızlıca çıkar elde edilemiyor. Şair bu dar alanda derinleşerek var oluyor. En yüksek/yüce beklentileri ile insan toplumundan elde edebildiği hiçliğin arasındaki dramatik fark, onun kara gölgesi ne yazık ki. Şiir, bu beklentisizlik, sonuçsuzluk, yararsızlık ikliminde gerçekleşen benzersiz bir tür: Poetik bir canlı. Şiirin bir gün sevilmesi, dillerde dolaşması, mezardaki şairinin ruhu bile duymazken halkta yankı bulması onun şairinden kopup uçması demektir. Şiir, şairini koza gibi terk ederek öteki şahsın dilinde/zihninde gerçekleşir. Şiir bir iletişim teknolojisi demek değildir ama bazen iletişim bazen ise teknolojidir. Şairleri bunlardan hangisine yakın olduğuna göre kendimize yakın veya uzak buluruz.
· Buzdokuz ileri şiiri savunan bir kale diyorsunuz. Bu savunma biçimi nasıl gerçekleşiyor?
Öncelikle bir şiir anlayışına sahip olan şairlerle ilerliyoruz. Cesur, risk alan şiirleri belirliyor ve onlara ayrı bir yer açıyoruz. Tek bir şiirin bile içinden geçip geldiği tarihin belleği olma durumu vardır. Her iyi şair, aynı zamanda şiir tarihinin son kişisi gibi şiir yazar. Önceyi kendinde soğurur. Bu bilinçle geleceğe doğru yönelir ve metnini tarihe ular. O metin hem kendinin hem de tarihindir. Buradan şairin şiir tarihine “oynadığını” anlamak amacımızı aşar, amaçtan bizi saptırır. Tam tersine şair, soğurduğu, belleğine kaydettiği tüm şiirsel atalarını kenara iterek, adeta oyun oynarcasına, kendini unutarak çalıştığında kendi şiirini bulur. Dergi olarak biz metinlerde cesaretin yanında sahiciliği de, kendiliği de arıyoruz. Buna yönelen kişileri yüreklendirmek ve onlara yer açmak derginin amaçları arasında.
İleri şiirin bir yönü de poetik olanı türsel olarak şiire kıstırmayan bir bakış açısıdır. Görsel sanatlardan yazınsal alanın tümüne geniş bir alana açılır ileri şiir. Enstrümanlarımız yalnızca harfler, sözcükler değil yeni dünyanın bütün göstergeleridir. Göstergelerin sonsuzluğu, ileri şiire çok büyük bir alan açıyor. Anlatım olanaklarını genişletiyor.
İleri şiirin belirgin bir tutumu da benim Ş İ İ R dediğim durmuş, oturmuş ve geçtiğimiz yüzyılda kentsoyluya, bu yüzyılda ise orta sınıfa evlere servis hizmet sunan Şiir Kurumu tarafından işe alınmayı reddetmesidir. Gösteri, isyan, beşbininci yeni peşinde değiliz. İşimize bakarken rahatsız edilmemek, poetik gözlüklerimizle görebildiklerimizi sevinçle yakalayıp incelemek, analiz etmek, bulgulamak, sonuç paylaşmak istiyoruz.
“şiire “yakından bakmayı” bilmek”
· Şiir genelde şekilsel olarak kolay görünen ama yarım yamalak anlaşılan bir tür olabiliyor. İyi bir şiir okuyucusu nasıl olunur?
Evet ilk ve alışılagelmiş malzemesi dil olan bir alan şiir. Herkes konuşabiliyor, herkesin bildiği bir dille şiire başlıyorsunuz. Kayda geçirmek çok kolay. Okuma yazması olmayan biri bile birçok şiiri ezbere biliyor. Bu yönüyle toplumda her düzeyde bireyin elinin altında olan tek sanat şiir. Kolay görünmesi bu sebeplerden ileri geliyor. Peki şiir denen her metin şiir mi? Buzdokuz’da olduğu gibi metin olmayan şiirleri nasıl anlayacağız? Poetik olanın kolayca kavrandığı söylenemez. Şiir yazmaya/yapmaya başladığınızda iyi bir çıraklık evresi geçirirseniz ve doğanız da buna yatkınsa poetik olan kendini açmaya başlar. İyi okuyucu olarak tanıdığım kişilerde gözlemlediğim en önemli yön, şiire “yakından bakmayı” bilmeleridir. Eleştiride de bir karşılığı var bunun. Anglo-Sakson dünyanın keşfi Yeni Eleştiri’de “Yakın Okuma” yöntemi ile şairin dünyasına girilir. Şairin dünyasına birden fazla açıdan bakmak iyi okur olma yolunda bir aşamadır. Üçüncü bir koşul da eklemek gerek: Benzerlerle karşılaştırma, farklılarla farkları gözlemleme. Ben iyi okurluğun şartlarına tarihsel akışı bilmeyi de eklemek isterdim ancak okuru bu durumda eleştirmenliğe giden yola itmiş oluruz. Salt okur olmak daha konforlu kalmalı belki de.
· Buzdokuz bir popüler kültür dergisi değil. Türkiye’deki dergicilik hakkındaki yorumunuz nedir?
1861’de çıkan ilk önemli Türk dergisi Mecmua-i Fünûn’dan bu yana yayımlanan edebiyat dergilerinin herhalde hepsi büyük umutlarla çıkmış olmalı. Dergicilik negatif anlamlarından soyarak belirteyim bir bağımlılık. Kıt kaynaklarla ve amatör ruhla çıkan dergiler her zaman heyecan vericidir. Türkiye’de popüler dergiler dışında varlıkları hep süren edebiyat dergileri kurumsal ve çığır dergileri olmak üzere ikiye ayrılır. Kurumsal dergiler kanonlaşmış konuları, çok çizgi dışına çıkmadan biteviye şekilde işlerler. Çığır dergileri de sağlam ekipli ve başıbozuk olmak üzere kendi içinde ikiye ayrılır. Başıbozuklar, batıp çıkarlar, başka isimle yeniden doğarlar, sıkça boyutları değişir, periyotları sabitlenmekte zorlanır, kadro çok oynaktır. Ülkemizin insan profili neyse dergiciliğimize de yansıyan odur.
Son 10 yılda dergicilik, maddi zorluklar sebebiyle ve Internet’in sağladığı akışkan mecranın sayesinde elektronik ortama taşınarak eski anlamını bir miktar yitirdi. Özellikle şiir gibi küçük parça ürün yayılımında bloglar, mikrobloglar işlevsel olmaya başlayınca matbu dergiler bir parça gözden düştü. Yayın kolaylığı, editöryal hiyerarşiyi de çok etkiledi. Yayın faaliyetinde fırsat eşitliği oluştu. Bu bir yandan yetenekli gençleri hızlıca ortama dahil ederken bir yandan da Memet Fuat tarzı editörlerin yetişmemesi anlamına geldi. Şiir ortamlarında oluşan “otorite” boşluğu eleştiri alanına da yansıdı. Elektronik yayınlarda seyrek yer alabilen eleştirel deneme yazıları, hızlı tüketilebilir olması gerektiği için kuramsal çerçeve kurmadan birbirinden kopuk havada uçuşan yargıların toplamına dönüştü. Şu da var ki kimse yazı yazıyor diye takdir de edilmediği için eleştiri yazmak kahramanca bir eyleme benziyor bugün. Dergiler atölye özelliğini kaybedince serbest, şahsi atölyeler artmaya başladı. Online atölyeler yaygınlaştı. Yeri gelmişken Buzdokuz üç konuya ayrıca dikkat ediyor: 1- Atölye özelliğini özenle koruyor. 2- Derginin fiziksel nesne değerine [kült değeri] önem veriyor. 3- Online mecrayı da ihmal etmiyor.
· Bu ay dosya konumuz kırmızı ve ben de her ay konuklarımıza dosya konusunu çağrıştıran herhangi bir şey soruyorum. Kitap olur, film olur ne isterseniz…
Kırmızı en sevdiğim renktir. Jung’un oldukça değerli bir Kırmızı Kitap’ı vardır. Ama ben kırmızı deyince daha çok sevdiğim sözcük olan Kızıl hakkında konuşayım. İlk gençliğimde okuduğum Kızıl ile Kara gelir aklıma Kızıl deyince. Kitabın başkarakteri Julien Sorel’in önlenemeyen düşüşünü hissettiğim çocuk aklımda yer eden diğer unutulmaz kötü son Dickens’ın Büyük Umutlar’ıdır. İkisi de Anna Karenina kadar içimi yakmaz. Anna’yı andığım “Pirus” adlı şiirimde şöyle yazmıştım, saçta da kızılı çok severdim:
anna da öldü gitti pis işler bunlar aşktan ölür mü insan kahırdan mı yoksa, laf! kız olur mu hiç afyon kaymağından, ben olmuşum en son kızıla boyadım ama saçımdan süpürge sütümden yarar ummam
Comments