Ethem Baran kırk yılı aşkın süredir edebiyatımıza öyküler kazandırıyor. İnsanı merkeze alan hikâyeleriyle okuyucuyla buluşuyor. Yazmanın yaşamı güzelleştiren bir şey olduğunu düşünüyor. Doyumsuz bir okur olduğunu söyleyecek kadar okumayı da seviyor. Ethem Baran’ın Yarım romanı yeniden okuyucu ile buluştu. Baran ile yazmak üzerine söyleştik.
- Kitaplarınızın kapaklarıyla başlamak istiyorum. Hepsi o kadar güzel ki birini seçemiyorum, kapak sever bir okuyucu olarak şunu çok merak ediyorum; Kapak tasarımına yazar olarak katkınız nasıl oluyor? En içi nize sinen kitap kapağınız hangisi oldu, işte yazdıklarımı yansıtıyor dediğiniz o kapak hangisi?
- Kitap tutkunu biri olarak sevdiğim kitapların yeni kapakla, yeni tasarımla, ciltli vs. basımları da beni cezbeder. Her türlü anlamının dışında bir nesne olarak da değer veririm kitaplara. Hazine, mücevher ayarında değerli bir nesnedir kitap. Kitaplarımın her cümlesi, hatta her harfi çok önemlidir benim için ama kapaklara daha dikkatli, başka bir gözle bakarım. Yayınevim kapak örneklerini gönderir bana ya da ben önerilerde bulunurum. Bir zamanlar pek çok kitabın –bu arada kendi kitaplarımdan bazılarının- kapağını hazırladığım için bu konuda bir hayli titiz olduğumu söyleyebilirim. Yazdıklarımı en çok yansıttığını düşündüğüm kapak Emanet Gölgeler Defteri adlı romanımın kapağı. O resmi internette buldum ve yayınevim ressamına ulaştı. Amerikalı bir ressamdı. Sıkı pazarlıklar ne
ticesinde resmi alabildik. Birçok kitabımın kapağında yer alan Yalçın Gökçebağ tabloları için de değerli ressamımız çok anlayış gösterdi; bir kez daha teşekkür ederim kendisine.
- Doğan Hızlan’a konuk olduğunuz Karalama Defteri programında gerçekçi, yaşanılan hayata benzer yeni hayatlar kurmaya çalışan eserleri okumayı seviyorum, kendim de öyle yazmayı tercih ediyorum demiştiniz. İlhamını gözlemden alan bir yazar diyebilir miyiz sizin için, etkilendiğiniz şeyler neler oluyor?
- Orada kastım şuydu: Yaşadığımız dünyanın sonu gelmiş, başka gezegenlerde başka başka canlılar ve hayatlar var tarzı konular ilgimi fazlasıyla çekmiyor. Elbette önemli mevzular, öyle şeyleri de varsaymak, olasılıklar dâhilinde ele almak, sanatın ilgi alanına getirmek lazım ama ben yapmayım bunu, genç kuşaklar bu konuda çok iyi. Ben daha yaşadığımız dünyayı ve çevremdeki insanları çözemedim, kaldı ki başka dünyalar, başka canlılar… Hepimiz hikâyelerle çevrili hayatların içinde, böyle bir dünyada yaşıyoruz. Yazarken bu hikâyeler arasında bir seçim yapıyor, tercihlerde bulunuyoruz. Gerisi yazarın hayal gücü, birikimi, edebiyat anlayışı, bakış açısı, kısacası yeteneğiyle iş birliği içinde ve paralel biçimde şekillenir.
- Yine söylediğinize paralel olarak sizin neler okuduğunuzu sormak istiyorum. Bu durumda bilim kurgu, fantastik gibi türlere uzak mısınız?
- Bilimkurgu yerine dram filmlerini severim örneğin. Edebiyatta da bilimkurgu çok sık uğradığım duraklardan değildir. Yaşanılan hayata, gündelik ya da tarihsel gerçekliğe el uzatan, yakından bakan konular daha çok ilgimi çekiyor. İnsanın yüreğine eğilip didiklercesine bakan, felsefi ve siyasal arka plana dayanan, tarihsel ve sosyolojik yapıyı ıskalamayan, en önemlisi de dili asıl meselesi, ana sorunu olarak ele alan yazarların eserlerini okuma listemde öne çekiyorum. Doyumsuz bir okur olduğumu söyleyebilirim. Yeni yazarları, yeni çevirileri kaçırmamaya çalışıyorum. Bir yandan da klasiklere yeniden dönüyorum. Bu bağlamda Yaşar Kemal, Marquez, Tanpınar, Heminway, Steinbeck gibi yazarlar bu aralar masamın üzerinde.
“Okurla yapılan sözleşmeye atılan ilk imzadır”
- İlk cümleye önem veren bir yazar olduğunuzu biliyorum. Márquez de ilk paragrafı yazmak için aylarını harcadığını söyleyen bir yazar. Sizde nasıl ilerliyor ilk cümleye karar verip devamını getirme süreci?
- Yukarıda da söylediğim gibi her harfi önemserim; kelimelerin ağırlığına, ses değerine bakarım. Hele ilk cümle… Çok önemlidir. Giriş kapısıdır. Okurla yapılan sözleşmeye atılan ilk imzadır. Yazılmak için zihnime düşen hikâye kırıntılarını öyküye dönüştürmeden önce notlar almaya başlarım. Araştırma yapmak önemlidir bu aşamada. Bilgi gerektiren teknik bir konu ise ona göre yeni okumalar yaparım. Aldığım notların büyük kısmı işe yaramayabilir. Atmak, azaltmak öykünün karakterine daha uygun bir yaklaşım tarzıdır. İlk cümle bazen kendiliğinden gelir bazen de fazlasıyla nazlıdır. Ama çoğunlukla öyküyü yazma sürecinde dönüp dönüp geldiğim yerdir başlangıç noktası. Devamlı değişir. İçime sinene kadar sürer bu. İlk cümle hem öykünün geneli hakkında bir şeyler sezdirmeli, okuru nasıl bir dünyaya davet ettiğinin ipuçlarını vermeli, hem de hiçbir şey söylememeli, kendini açık etmemelidir. Kendisinden sonra gelen cümleye el uzatırken onun yolunu açacak olanakları da sunmalıdır.
- Öykü kitaplarında genelde bir öykünün ismi kitabın adı oluyor ve o öykü de ilk sırada yer alıyor. Güzelliğini Gördükçe Ağlayasım Geliyor, bir karakterin cümlesi. Okuyucuyu şaşırtan bir şey bu, nereden geldi aklınıza? Öykülerinize isimleri nasıl veriyorsunuz?
- İlk iki kitabım Sonrası Ayrılık ve Kurutulmuş Gül Mevsimi’inde kitapların adını öykülerin içinden seçmiştim. Döngel Dünya’ya kadar bir daha bu yöntemi kullanmamış, öykülerin tamamının ruhunu yansıtan, genel havasına uygun bağımsız başlıklar bulmuştum. Bu, öykülerden birinde geçen bir cümle olabildiği gibi başka bir şey de olabiliyordu. Döngel Dünya’nın adı farklıydı, editörümün önerisiyle ilk öykünün adını başlığa çektik. Güzelliğini Gördükçe Ağlayasım Geliyor ’da yine eski yöntemime döndüm. Öykülere isim verirken de çok ince eler sık dokurum. Bir kısmı türkü sözlerine göz kırpar bunların, bir kısmı şiirin coğrafyasında dolaşıp oradan esintiler getirir.
- İlk romanı olan Yarım, İletişim Yayınları tarafından tekrar okuyucuyla buluşturuldu. Adıgüzel ve Metin’in yol ayrımlarıyla, bu ayrımlara rağmen tamamlanma arzusuyla karşılaşıyor okuyucu. Yalnızlığı, ülkenin içinde bulunduğu siyasi atmosferle harmanlayıp Anadolu kentine taşıyorsunuz. Bu eserinizin yolculuğunu biraz sizden dinlemek isteriz?
- Beni çok yoran, hırpalayan bir romandı Yarım. Oradaki kapalı, tutuk atmosfer ve karakterlerin içinde bulunduğu derin psikoloji bir hayli yordu beni. 12 Eylül öncesi ve sonrası dönem romanımızda bir hayli sözü edilen bir dönem oldu. Benim bu romanlara baktığımda dikkatimi çeken husus ise döneme, olaylara ve kişilere hep aynı yerden, aynı siyasal görüşe sahip insanların yanından, yakınından yaklaşılmasıydı. Dönemin siyasi aktörlerinden diğer tarafın, hikâyesi anlatılmayan tarafın karakterlerinden birini; iç-dış, özgürlük-tutsaklık gibi pek çok tartışmalı durumun didik didik edilmesiydi yapmaya çalıştığım. Us yarılması, psikozlar, yalnızlık, yaratma sancıları, varoluş kavgası… Kitaplar, yazma çabası, anlaşılamama kaygısı, zihinsel dönüşüm ve daha pek çok şey… İlk baskıdan sonra içime sinmeyen bazı yerleri yeniden çalışmam gerektiğini hissettim. Ama yıllarca bu metnin, bu kasvetli atmosferin içine yeniden dalmaya cesaret edemedim. Kısmet bugüneymiş…
- Dönüşsüz Yolculuklar Kitabı 2005 yılında Yunus Nadi Öykü Ödülü, Döngel Dünya 2020 yılında Sait Faik Hikâye Armağanı aldı. Bir yazar için beğeni almak şüphesiz mutlu edici bir şeydir, kitaplarınızın ödül alması size ne hissettirdi?
- Her ödülden sonra sorumluluğumun arttığını hissettim. Ödüller sizi işaret ediyor, kulağınıza bir şeyler fısıldıyor. O fısıltıyı iyi yorumlamak lazım. Dışarıdan gelen gürültü can sıkıcı olsa da ödüllerin ağırlığını ve önemini göz ardı etmemeli. Elbette aslolan metnin kendisidir, sizin ne yazdığınızdır. Ödül almayan nice başyapıtla doludur edebiyat dünyası.
Comments